Bu sırada, zırhları kızıl ve yeşile boyalı yüzlerce ceset arasında bir kaos hüküm sürüyordu. Bazıları artık ayırt edilemeyecek kadar yanmış, parçalanmış ya da toz-toprağa bulanmıştı. Ölüler ve enkaz yığınları o kadar çoktu ki, kimse daha önce gökyüzünden düşen ve "kızıl maymunların mancınık ateşi" sandıkları şeyin enkazına dönüp bakmıyordu bile. Hâlbuki çok uzak olmayan bir noktada, yere çakılan ve paramparça olmuş bir uzay kapsülü parçasının arasında, Tamul da Renot da olmayan bir diyardan gelmiş genç bir kadın, metal enkazla iç içe yatıyordu. Savaşın hengâmesinde cesetler arasında kaybolmuş, şimdilik ölü ya da diri fark edilmeden kalakalmıştı. Kendi topraklarının çok uzağında, bilinmez bir kaderle baş başaydı.
Öğleden sonrasına doğru, güneş tepedeki yolculuğunu yavaşça sürdürürken, Pudolf Manic komutasındaki Renot ordusunun kalıntıları, Kızıl Bhetom Dağları'na giden yolu tutarak iyice ufukta kayboldular. Prens Volric Bravegod, alanda sadece gerekli kolluk kuvvetlerini bırakarak ordusunun büyük kısmını geri çekti. Harcanan lojistik, çarpışmada kullanılan okların ve mızrakların tükenmesi, askerlerin yorgunluğu derken Tamul tarafının da burada daha fazla kalmasının bir anlamı yoktu. Sonuçta topraklarını savunmuş, kuzey sınırında bir süreliğine de olsa tehdit oluşturabilecek Renot saldırısını geri püskürtmüşlerdi.
Savaş alanı, akşamüstüne doğru yavaş yavaş boşalmaya başladı. Geri hizmet birimleri, toplanabilecek yaralıları tahliye etti. Sıhhiyeciler, at arabalarına doldurdukları malzemelerle yeni bir tedavi alanına doğru yola çıktı. Ölü askerler, bir sonraki gün ya da o gece içinde yakılmak ya da gömülmek üzere istiflenecekti. Bazı rahipler, yere düşen cesetlerin başında kısa dualar mırıldanıyor, ordunun inanışına göre savaşta can vermiş ruhların huzura erebilmesi için basit ama sembolik ritüeller gerçekleştiriyorlardı.
O anın sessizliğinde, rüzgâr hâlâ kan ve ölüm kokusunu taşıyor, yerde yarılıp ezilmiş toprağın üzerinden geçiyordu. Etrafta devrik savaş arabaları, kırık mızraklar, patlamış miğferler ve yüzüstü yatan askerlerin donmuş bakışları kalmıştı. Ufuk çizgisinde, bir zamanlar iki devasa ordunun at koşturduğu toz bulutu, yerini yavaş yavaş sessizliğe ve hüzne bırakıyordu.
En sonunda Prens Volric Bravegod, bir grup süvariyle birlikte alanın uzak bir noktasında son kontrolleri yaptıktan sonra geri dönme emri verdi. Yeşil sancaklar, alçak bir tepede son kez dalgalanıp çekildi. Geriye, yanan ateşlerin külleri ve az sonra alevlere verilecek olan cansız bedenler kaldı. Savaş alanı adeta ruhsuz, renksiz bir sessizliğe bürünmüştü. Ne Renot ne de Tamul askerleri artık ortalıkta gözüküyor, herkes kendi kampına ya da memleketinin iç kısımlarına çekiliyordu.
Böylece, Batı topraklarındaki bu çetin savaşın perdesi, ölülerin ve yaralıların geride bıraktığı kederli bir tabloyla kapandı. Ortalıkta sadece bir avuç yaver ve geri hizmet askeri görünüyordu. Onlar da ellerindeki küreklerle veya tahtalardan yaptıkları sedyelerle ölüleri taşımaya, bir kısmını alanda kurulan devasa odun yığınlarına taşımaya çalışıyordu. Tören zamanı gelip de alevler yükseldiğinde, Tamul askerlerinin ruhları eski inançlarına göre özgürleşecek, Renot askerleri ise ya toplu bir gömüyle ya da kendi geleneklerine uygun başka bir yöntemle anılmak üzere çoktan unutulmaya yüz tutacaktı.
Bütün bu kargaşanın arasında, az ilerideki enkaz yığını ve paramparça olmuş metal silindir kimsenin ilgisini çekmedi. Savaşın karmaşası, insanların göklerden gelene dair merakını bastırmıştı. Kimse, "Bu enkaz gerçekten düşman mancınığından mı fırlamıştı?" diye kendi kendine soru bile sormuyordu. Şu anda herkesin derdi, hayatta kalanları kurtarmak, ölülerini onurlandırmak ve bir sonraki olası saldırıya hazırlanmak gibiydi. Güneş, gökyüzünde ağır ağır batıya doğru yol alırken, savaş alanı geride kaybettiği canların sessiz çığlığıyla yapayalnız kalıyordu. Ortada zaferin coşkusundan ziyade, geleceğe dair belirsiz bir dinginlik ve yorgunluk vardı. Ve eğer bir mucize gerçekleşmezse, o enkaz altında boylu boyunca yatan genç kadının hikâyesi, kimse tarafından fark edilmeden tozlu bir unutulmuşlukta kaybolup gidecekti.
İşte böylece, çatışma tam anlamıyla son bulduğunda, geriye yalnızca çorak topraklarda kan kokusu, paramparça zırhlar, ölülerin sessiz ağıtı ve ufukta belirsizliğe karışan bir dizi soru kaldı. Tamul Krallığı'nın altın işlemeli sancakları sessizce başka sefere dek kendi topraklarına doğru çekilirken, Prens Volric Bravegod da savaş meydanını geride bıraktı. Kızıl zırhlı düşman ordusu ise çoktan kuzeyin derinliklerinde kaybolmuş, bir sonraki hamlesini planlamak üzere savaş ateşini geçici de olsa söndürmüştü. Savaş meydanı boş kalmış, acıları ve sırlarıyla birlikte geride bırakılmıştı.
Güneş ufukta alçalmış, mor ve turuncu tonlarının karanlığa karışmaya başladığı o ara vakitte, savaş meydanının ortasında yerde hareketsiz yatan Malkenli genç kadının gözleri yavaşça aralandı. Menekşe rengi irisleri, ufkun belli belirsiz ışığında parıldıyordu. Zihninde önce yoğun bir uğultu, sonra kulaklarında içten içe çınlayan bir ses vardı. Nerede olduğunu hatırlamaya çabaladı ama başarısız oldu. Başını kımıldatınca boynunun yanında bir sancı hissederek inledi. Bilekleri ve bacakları sızlıyor, üzerindeki yarı parçalanmış zırhın ağırlığı onu iyice yorgun hissettiriyordu. Bir süre yalnızca derin derin nefes aldı, tozlu ve kandan arda kalan keskin bir koku genzini yakıyordu.
Yavaşça doğrulduğunda etrafına göz gezdirdi. Gördükleri onu hayrete düşürmeye yetmişti: Çevre, kılıç, mızrak, ok ve kırık kalkan kalıntılarıyla doluydu. Bazı büyük tekerlekli savaş arabalarının devrilmiş gövdeleri, henüz sönmemiş küçük ateşlerle birlikte öylece yatıyordu. Toprak, kan ve kömür kokusunun karışımıyla ağır bir atmosfere bürünmüştü. Oysa denek 07, yani Yonari, en son hatırladığı şeyin yüksek teknoloji dolu bir laboratuvar ve parlak metal kapsülü olduğunu anımsıyordu. Bu manzara, ona, ilkel bir dünyaya düştüğü hissini açıkça veriyordu.
Zırhını incelediğinde, büyük bölümünün paramparça olmuş olduğunu fark etti. Sırt tarafındaki bağlantı kolları kopmuş, kol ve bacak kısımlarındaysa metal lifler yanarak deforme olmuştu. Yine de biyomekanik kıyafetin bazı kısımları deriyle bütünleşerek onu korumuştu; aksi halde bu düşüşün etkisiyle çok daha ağır yaralar alabilirdi. Etrafta neredeyse hiçbir teknolojik iz yoktu, en azından kendi teknolojisine benzer bir şey göremedi. Kapsülü ararken hafifçe doğruldu ve başını iki yana çevirerek enkazın arasına baktı. Orada, metal iskeleti yanmış bir silindir bloğunun dibinde, kapsülünün parçalarını seçebiliyordu.
Hâlâ zorlukla yürüyen Yonari, toprağı ezerek enkaza yaklaştı. Ellerini yanmış metale değdirdiğinde sıcaklığın azaldığını fark etti ancak yine de dikkatliydi. Bu kapsül, Y.G.K Akademisi'nin yer değiştirme teknolojisi için özel olarak tasarlanmış bir "can simidi"ydi. Atmosferik girişte yanmayı engellemek üzere hazırlanmış olsa da, buraya düşerken oluşan aşırı ısının ve çarpmanın izleri kabuk gibi kaplamıştı. Gözü, kapsülün güç kaynağına, yani büyü kristaline takıldı. Akademide öğrendiği üzere bu kristal, mekân ve madde olgusundan kısmen ayrı bir büyülü katmanda korunuyor, böylece dış patlamalara veya yanmalara karşı direnç gösteriyordu. Kristalin bulunduğu bölme, kapsülün iç kısımlarında özel bir muhafaza alanına sahipti.
Kararmış koruyucu plakayı dikkatle kaldırdı. Altında, küçük ama yoğun bir ışıltıyla parlayan, mor ve pembe tonlarındaki kristal duruyordu. Akademide bu tip kristalleri "astral ek-çekirdek" olarak isimlendiriyorlar ve yer değiştirme işlemi sırasında gerekli büyüsel enerjiyi sağlamak için kullanıyorlardı. Yonari, kristali nazikçe yerinden söktü. Muhafaza kabı hâlâ sağlamdı. "En azından… Bunu alayım," diye mırıldandı kendi kendine. "Belki buradan kurtulmanın bir yolunu bulursam işe yarar." Yüzünde yorgun, ama minik de olsa umut dolu bir ifade belirdi.
Ardından zırhının geri kalanına baktı. İyice parçalanmış bu metal yığınının onu yalnızca yavaşlatacağını düşündü. Nitekim, bacak zırhları yarılmış ve yürürken zorlanmasına yol açıyordu. Kafa kısmına taktığı koruyucu siper neredeyse tamamen parçalanmıştı. Temiz bir nefes almak için onu da çıkardı ve kısa bir süre sonra geriye sadece temel bir giysi tabakası kaldı: gövdesini örten ince, koyu gri bir iç elbise. Pek çok yerinden yırtıklar vardı ama yine de çıplak kalmamasına yetiyordu. Çevreyi inceleyerek yeniden ayağa kalktı.
Artık gecenin karanlığı iyice çökmeye başlamış, gökyüzünde soluk yıldızlar belirmişti. Çok uzağında, loş bir ışığın eşlik ettiği devasa gölgeler seçilir gibi oldu. Üstelik bir uğultu duyabiliyordu: Tahta tekerleklerin gıcırtısı, belli belirsiz konuşmalar… Daha dikkatli bakınca, büyük tekerlekli savaş arabalarına benzeyen araçların, çevredeki cesetleri toplamak için gelmiş olduğunu gördü. Bu arabalara binmiş birkaç insan, yerde hareketsiz yatan ölü askerleri kaldırıp araçlara yüklüyorlardı. Bu insanlar, düşman ya da müttefik fark etmeksizin ölenleri taşıyor gibi görünüyordu; belki de orduya bağlı geri hizmet birimleriydi ya da savaş sonrası enkaz temizliğiyle görevli köylüler.
Yonari, "Buradaki herkes bu kadar ilkel bir ordu düzeninde mi yaşıyor acaba?" diye düşünmeden edemedi. Askerlerin ya da işçilerin kıyafetleri, basit keten pantolonlar ve göğüs zırhından ibaretti. Elbette bazıları daha korunaklı giysiler taşısa da, bu toplamda ona bakınca, tanıdığı yüksek teknolojiden çok uzaktı. Aksi gibi, gece aydınlatması için ileri teknoloji ürünü lambaların yerine meşaleler ve yağ kandilleri kullanıyorlardı.
Bir an ikilem yaşadı: Yanlarına yaklaşmalı mıydı, yoksa saklanıp kendi başına mı ilerlemeliydi? Bu yabancı diyarın insanlarınca nasıl karşılanacağını kestiremiyordu. Ancak pek bir seçeneği de yoktu; açlık, susuzluk ve yaralarıyla daha ne kadar idare edebilirdi ki? Kristali gizlice giysisinin içine sakladı. Sonunda ufak adımlarla o ahşap arabalara doğru yöneldi. Arabalardan birinin yakınında, saçları dağınık halde bir adam, yerde cansız yatan bir askerin bacaklarından tutup araca kaldırmaya çalışıyordu. Yonari boğazını temizleyerek dikkat çekmek istedi. Ama ağzını açar açmaz, sesi neredeyse boğuk ve kısık çıktı. Derin bir nefes aldı, yaklaştı ve biraz daha yüksek sesle sordu:
"Beni duyabiliyor musunuz? Ben kayboldum… Burası… Neresi?"
Adam, önce irkilerek geri döndü. Elindeki asker bedenini bırakıp, Yonari'ye baktı. Kadının üzerinde neredeyse düzgün bir zırh veya giysi göremiyordu. Savaşta mı yaralanmıştı, neden böyle görünüyordu, anlamadı. Yüzü, toz ve kir içinde belli belirsizdi. Ama en çok menekşe rengi gözleri dikkat çekiciydi. Adam, sert bir homurtuyla konuştu:
"Neredesin, bilmiyor musun? Tamul topraklarındasın. Burası Lumar Ovası… Bu gece büyük bir çarpışma yaşandı. Sen hangi birliğe aitsin?"
Yonari cevap vermekte zorlandı. "Ben… hiç duymadığım bir yerdeyim sanırım. Tamul toprakları, Lumar Ovası… Bilmiyorum, hiçbiri bana tanıdık gelmiyor. Kayboldum diyebilirim."
Adam, kısık bir gülümsemeyle başını salladı. "Şu deli tiplerden biri daha…" diye mırıldandı. Sonra sesi yükseltti: "Kimsin sen? Nereden gelip nereye gidersin? Bu kadar çıplak hâlde, yarı zırhlı, savaştan kalma bir enkazla buraya nereden çıktın?"
Kız, "Adım… Yonari," dedi, tam ismini söylemeden önce duraksadı. Akademide "Denek 07" olarak anılıyordu ama kendi halkının arasında Yonari ismini kullanıyordu. Buradaki insanlara Malken Krallığı'nı anlatmanın bir faydası var mıydı, onu da bilemiyordu. "Ben… çok uzaklardan geldim," diye devam etti. "Burada ne aradığımı kendim de bilmiyorum. Sanki gökten düştüm," demek istercesine omuz silkti.
Adam, omzunu silkip yüklemeye devam etti. "Gökten düşmüş! Hah! Tamul Krallığı'na hoş geldin diyelim o halde. Bu alana girme, ayak altında ezilirsin. Yarın sabah buraları temizleyeceğiz. Dilersen su almak için ilerideki su kuyusuna gidebilirsin. Sonra da sana uygun bir yol bul. Krallık duvarları şu yöne…" diye eliyle doğuyu işaret etti. "Aklından geçiyorsa, oraya ulaşmak için neredeyse yarım gün yürümen gerekir. Ama dediğim gibi, kim olduğunu söylemezsen içeri pek almazlar. Bizim askerler şu an çok gergin."
Yonari, başını sallayarak teşekkür etti. İçinden bu insanların tavırlarının çok net ve keskin olduğunu düşündü. Anlaşılan, savaş geriliminin getirdiği paranoya herkesin haline sinmişti. "Ben… yine de krallığa gitmeyi deneyeceğim," dedi. Adam omuz silkip gürültülü bir kahkaha attı. Kendi kendine, "Bu da deli," diye homurdandı. Sonra cesetleri kaldırmaya devam etti. Yonari ise fazla konuşmadan, kapkaranlık ovada hafifçe dolanarak gösterilen yöne doğru yürümeye başladı.
Sırtından sızlayan ağrıyla beraber, güçlü durmaya çalışsa da bitkinliği her adımda artıyordu. Gözlerini kısmış, gökyüzüne bakarak yıldızların yönünü takip ediyordu. Akademi'de gök cisimleri hakkında bilgiler almış olduğundan, yabancı bir gökyüzü olsa da parlak yıldız kümelerini bir nebze yorumlayabilmeye çalışıyordu. Fakat burada bildiği takımyıldızların çoğu yok gibiydi ya da bambaşka bir açıdalar. "Bu gezegen neresiyse, galiba çok uzakta bir yere ışınlandım," diye iç geçirdi.
Bir süre sonra, ışığı hafifçe parlayan meşaleler ve uçları kale burçlarıyla yükselen büyük surlar seçilmeye başladı. Gri taştan yapılmış devasa duvarlar, belli ki Tamul Krallığı'nın şehrini koruyordu. Geç saat olduğu için, kapıda fazla hareket görünmüyordu. Yine de birkaç nöbetçi göz ucuyla çevreyi izliyordu. Yonari yaklaştığında, surun içine gömülü bir demir kapının yanında duran iki asker mızraklarını çapraz tutarak onu durdurdu.
"Hooop! Dur orada!" diye seslendi muhafızlardan biri. Üstünde çimen yeşili kumaştan bir pelerin, göğsünde sade metal bir zırh vardı. Miğferinin alın kısmında Tamul arması olarak anladığı bir güneş simgesi kabartma biçimde parlıyor, omuzunda kısa bir pelerin dalgalanıyordu. "Ben… Kayboldum," dedi Yonari, bitkin bir ifadeyle. "Adım Yonari. Yardıma ihtiyacım var." Muhafız, "Biz kayıp insanlara bakmıyoruz," diye tersledi. "Dışarıda kamp kur, sabah daha yetkili biriyle konuş!" Yonari, iyice sinirlenen fakat başka çaresi de olmayan bir tavırla ellerini yana açtı. "Burada kalamam, ne yiyeceğim, nereye sığınacağım? Üstelik yaralıyım…" Muhafız, yüzünde kuşkulu bir ifadeyle parmağını uyarı tonunda kaldırdı. "Kimsin, nereden geliyorsun belli değil. Bu gece zorluk çıkarma. Yarın komutanımızla görüşürsün."
Yonari, boynunu bükerek enerjisinin son kırıntılarını kullanıp muhafızı ikna etme yoluna gitti. Malken diyarından nasıl geldiğini anlatmak istedi ama anlaşılır biçimde ifade etmesi zaten mümkün değildi. Kısa ve inandırıcı bir hikâye uydurmaya çalıştı: "Bir saldırıya uğradım, kaçtım. Savaş bölgesinde buldum kendimi… Lütfen, sadece içeri gireyim, herhangi bir yerde yatayım, sabah komutanınızla görüşürüm," diye ısrar etti. Başını şişirdiği muhafız gittikçe sinirleniyor, "Sana kucak mı açacağız?" diye homurdanıyordu. Ancak diğer muhafız, arkadaşının eline dokunarak onu yatıştırdı ve "Bu kadar harap birini dışarıda bırakmak karnımızı doyurmaz," diyerek biraz vicdan gösterdi. Sonunda, Yonari yarım saatlik tartışma, ricayla yalvarmayla karışık bir ikna çabası sonucu, geçici olarak içeriye alınmasına onay aldığını fark etti. Demir kapı kenarından aralık bir geçit açıldı ve Yonari, Tamul şehrinin ilk surlarını geride bırakarak adımını içeri attı.
Karanlık sokaklar, meşalelerin titrek aydınlığıyla aydınlanıyordu. Aralardaki taş döşemeli yollarda, yer yer yağ kandilleri asılmış direklerle bir tür basit yol ışığı sağlanmaya çalışılmıştı. Birkaç köşede, gecenin bu saatinde açık kalan meyhane veya fırın benzeri yerlerden çıkma loş ışıklar da fark ediliyordu. Yonari, şaşkınlıkla çevresine baktı. Bu kadar ilkel bir ışık sistemi onun için çok garipti. "Bu diyarın gece aydınlanması böyle mi oluyor?" diye kendi kendine sordu. İçinde tanıdık hiçbir şeye rastlayamamanın getirdiği bir tür ürperti ve yalnızlık duygusu baş gösterdi.
Dar bir ara sokağın ucunda, sırtında büyük bir sepet taşıyan bir kadınla burun buruna geldi. Kadının teni esmer, saçları ise açık sarıydı. Tepesinde topladığı saçlarını bir bezle tutturmuş, üzerinde uzun, bol kesimli koyu kahverengi bir elbise giyiyordu. Elbisesinin yakasında sarı nakışlarla yapılmış tuhaf semboller vardı. Kadın, Yonari'nin hâline bakınca hafifçe irkildi. "Nesin sen?" diye yarı alaycı, yarı meraklı bir tonla sordu. Yonari, "Ben… Kayboldum, burayı tanımıyorum," diye karşılık verdi. Kadın, sepetini yere indirdi, Yonari'yi tepeden tırnağa süzdü.
"Adın ne, kız?" "Yonari…" "Ben de Moneric Zin. Şehirde yaşarım, pek mal mülküm yok. Görünüşüne bakılırsa sen iyice beti benzi atmış, garip bir yabancısın. Nerden çıktın ki böyle gece yarısında?" Yonari, ne anlatacağını bilemedi. Yine de "Başka topraklardan…" gibi yuvarlak bir cevap verdi. Moneric, başını eğerek ufak bir kahkaha koyuverdi. "Anlaşılan deli değilse bile çok şaşkın birisin," diye söylendi. Sonra, belki de acıdığı için, "Bu gece dışarıda kalma, gel benim çatı altımda barın. Ama sabah kim olduğunu ve ne aradığını anlatırsın, tamam mı?" diyerek içten bir teklifte bulundu.
O gece, Yonari için oldukça tuhaftı. Moneric Zin'in küçük, taş duvarlı tek odalı evine sığınmıştı. Tavan kalaslarının arasından soğuk rüzgâr sızıyor, içeriyi ısıtmak için ise ortada yanan küçük bir ateşten başka hiçbir şey yoktu. Çevrede ışıltılı bir teknoloji ya da modern bir konfor bulmayı beklemek hayaldi. Moneric Zin, "Yemek diye bir şeyim yok, sadece ekmek kırıntılarım var, sabah pazar açılınca süt veya meyve buluruz," diyerek bir parça ekmek ve bir testi su uzattı. Yonari, bu basit ikramı bile minnetle kabul etti; sonuçta tüm gün bir şey yememiş, yoldan gelmiş gibiydi.
Gece, ince örtülü bir şiltenin üzerinde, soğuk taş zemine yakın bir noktada uyumaya çalıştı. Zihnindeki sorular sanki kabus olarak üstüne çöküyordu: Nasıl geri dönecekti? Bu Tamul Krallığı neydi? Renot diye bir yerden bahsetmişlerdi, savaş mı vardı? Kristali hâlâ göğsünün altında saklıyordu, elleri ara ara istemsizce oraya gidiyor, "Tek umudum bu kristal," diye düşünüyordu.